8 Haziran 2011 Çarşamba

                       
                    MEHMET AKSOY

1939 yılında, şimdi Suriye sınırları içinde kalan Yayladağı’nın Kesap kasabasında doğan Mehmet Aksoy İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde Resim Bölümüne giriyor önce ve Şadi Çalık çok üstüne düşmüş heykel bölümüne geçmesi için.Heykel bölümünde Şadi Çalık atölyesinden mezun oluyor.

Kendisiyle aralık 2010 da gerçekleştirdiğimiz bu keyifli röportajda Mehmet Aksoy’un sanata yaklaşımını, etkilendiği olayları, heykel yapmaya olan bağlılığını ve şu anda üniversitelerde verilen eğitim hakkında konuştuk.

 “Edebiyat ve heykel arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz, ikisini nasıl bağdaştırıyorsunuz?” diye soruyoruz; şiirle, müzikle ve müzikteki melodiler ve ritimlerle ilişkiler kurduğunu, formlar üstüne düşen ışıkların müzik oluşturması gibi bir his verdiğini ve ışığın heykelde çok önemli olduğunu düşünüyor. Heykelin her bir yüzeyinde ve yapısında hissedildiğini düşünüyor.

“Eserlerinizde şahmeranı sıklıkla görüyoruz, bunun özel bir sebebi var mı?” diye sorduğumuzda öğreniyoruz ki; Mehmet Aksoy şahmeranla 1989 yılında ilgilenmeye başlıyor ve çocukluğunda hep şahmeranla ilgili hikayeler dinlemiş.Aya İrini’de düzenlenen 2.Bienale şahmeran içerikli heykelleriyle katılmış.

Kendisi bir dönem yurtdışına çıkmış ve buna istinaden “Yurtdışındaki eğitimle buradaki eğitim arasıda ne gibi farklar var?”diye soruyoruz: “Tabi ki farklar var.Özgürler yök’e bağlı değiller.Ezber ve dil bilme zorunluluğu koyuluyor burada diyor, bu durum hiç hoşuna gitmiyor
ve şöyle devam ediyor; “Dil bildiği için asistan ya da hoca oluyorlar ama böyle olmamalı.Önce kendini geliştirsin resim okuyorsa resimde, heykel okuyorsa heykelde sonra üzerine gider diğer konuların.” Yök’le beraber sanat eğitiminin düştüğünü düşünüyor.

“Bir insanın sanatsal üretim tepisi nasıl ortaya çıkar? Çocukluğunda ve geçmişindeki yaşanmışlıklarda saklı mıdır? Eğer öyleyse bunu forma dönüştürme becerisi nasıl kazanılır?” diye soruyoruz kendisine, yetenekle alakalı olduğunu ve genlerin etkisinin çok büyük olduğunu düşünüyor.Her insanda faklı müzik, resim, matematik gibi değişebilir diyor. “Kişiye özgü belli bir kalite ve seviye vardır.Formlar arası ilişkiler, estetik biçimler ve öz oluşturmak için bu kişiseldir.Ama bakıldığı zaman eseri yapan kişinin yansıması var mıdır, kendisiyle örtüşüyor mu böyle olmalı.Kişiliğin yansımasını çok önemli buluyor.Form duygusu mutlaka olmalı” diyor.

“Türkiye’deki diğer heykeltıraşlar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruyoruz: “Türkiye’de heykel çok basit, kaliteli değil. Mekan yok, ışık düşünülmüyor, üçüncü boyut yok bunlar çok önemli.Bunlar olmadan heykel olmuyor, çok zayıf kalıyor.” dedi.

“Heykele ‘bitti’ demeye nasıl karar veriyorsunuz?” diye soruyoruz: “O an içimdeki ‘ben’ le iletişime geçiyorum, onun beğenisi çok önemli. Bence sanatçının kendiyle iletişime geçmesi çok önemli ama birçok sanatçı bunu yapmıyor ya da yapma ihtiyacı hissetmiyor.” diyerek açıkladı.

Mehmet Aksoy’ un bize bir heykeltıraş olarak vereceği tavsiyeler neler olur? Kendisi son derece çok samimi ve yol gösterici bir sanatçı olarak şunları söyledi: “Öykünmeyi geride bırakın bugüne gelin.Modern dünyanın verdiği şaşırtmacalara dikkat edin.Renk çok farklı bir dil.Resimde çok önemli, renklerle ilişki kurulmalı.Sorgulayın, yenilik yapın.Bugünün formu ve bugünün renk bilgisiyle ilişki kurun.Ama moda gibi düşünerek değil siz kendi modanızı resimde yaratın.Duygunuzu hiçbir zaman küçümsemeyin ve hiçbir şeyden korkmayın.Kendiniz – renkler – dünya ve tualinizle baş başa olun…” 

7 Haziran 2011 Salı

        

             KEREM OZAN BAYRAKTAR – “Tinnitus”
                                     (Pg Art Galeri)

1984 doğumlu Kerem Ozan Bayraktar ikinci kişisel sergisi “Tinnitus” ile 5 Ekim – 7 Kasım 2010 Pg Art Galeride izleyicisiyle buluştu. Kendisiyle sergisinin devam ettiği ay içerisinde bizi kırmayıp yaptığımız röportajda kendisini yakından tanıma fırsatını yakaladık.

Marmara Üniversitesi Resim Bölümü mezunu olan ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Resim Bölümünde yüksek lisans eğitimine devam eden Kerem Ozan Bayraktar ilk kişisel sergisi “Yankı” da olduğu gibi yine sese özgü bir metafor olan tıp literatüründe “kulak çınlaması” anlamına gelen ve sadece tek kişi tarafından duyulan, aslında nedenlerinin gayet açık olduğu  rahatsızlığın kişide “biri beni anıyor” anlamında yarattığı  endişe ve gerçekliğin arzular tarafından şekillenmesine göndermede bulunuyor. Sanatçını fotoğrafları var olanın ortaya konduğu klasik fotoğraflardan ziyade kurgulanmış sahnelerin fiziksel kamera ile sanal kameranın kesişim ürünü. Çalışmalar gerek sahnelerin kompozisyonları, gerekse gösterge oyunları ile doğanın sözde muğlaklığıyla özdeşleştirilmiş, ötekini çökertme yolları arıyor.Ötekinin izini fragmanlar halinde sürüyor, ardından çalışmalar arasında tutarsızlıklar yaratarak onun yokluğunu işaret ediyor.Sergideki çalışmaların isimleri şöyleydi: “Aden, Sophie, Portre, Orman, Takip, Av, Bosnai, Ev, Yatak, Dalgıç ve Dalga”.

                                             "Av"

Kerem’le gerçekleştirdiğimiz bu kısa ama bir o kadar anlamlı söyleşide onun yaptığı çalışmalar, etkilendiği olaylar, izleyiciye anlatmaya ya da göstermeye çalıştığı kendi deyimiyle yarattığı imgeleri hakkında konuştuk.Özellikle “Av” isimli fotoğrafı hakkında konuşurken ve çalışmaları beraber gezerken şunları söyledi: “Kimsenin objektif bir bakışı yok ve her şeyi görmek istediğimiz gibi görürüz.Kurgulamaktan ve alegori yaratmaktan yanayım, alakasızlık oluşturmak gibi, birazda rüyaya benzetiyorum.Gerçekte olmayan şeyleri gösteriyorum.Boş bırakamıyorum, bir arzu nesnesi koyuyorum ve çekiyorum.” Fotoğraflarının birer imge olduğu ve fotoğraf olmadığı düşüncesinde “Kurguluyorum, fotoğraf gibi otomatik el üretimi değil daha dijital.” diyor.İzleyiciye bir fragman dizisi i ve kendinin oluşturduğu imgelerini izlettirirken, aynı zamanda bir muğlaklık yaratmaya ve ulaşılamayanın gizeminin izini sürmeye davet ediyor.

Video çekmeye ara vermiş nedenini şöyle açıkladı: “Çünkü son zamanlarda video çok popüler oldu kendimi geri çektim. Fotoğraf daha cazip geliyor.Kolaj mantığını seviyorum.Bilgisayar buna çok el verişli kompozit bir çalışmaya uygun ve bende bilgisayarla çok haşır neşirim.”

Serginin isminin “Tinnitus” olması ve kulak çınlaması anlamına gelmesi Kerem’in bu isim üzerinden sergi açması sürecinin nasıl geliştiğini şöyle açıkladı: “İnternetten sürekli hastalıklara bakarım, ilginç olan başka disiplinlerden isimler bulurum.Böyle bir listem var benim iki çalışmamda böyle isimler kullanmıştım.Biri “permafrost” bir coğrafya terimi, diğeri de “prostone” buda yine bir tıp terimi.Bu fikirde şöyle oldu, kulağım çınlıyordu “ne kadar abuk sadece ben duyuyorum” dedim kendi kendime.Doktora sordum o da bunu bir hastalık olduğu için açıkladı bana bu şekilde gelişti.”

İlk sergisinin adının “Yankı” olması yine sesle ilgili ve öğreniyoruz ki ilk sergisinden pek memnun değil,çünkü her şeyi sergilemek istemiş ve aceleye geldiğini düşünüyor.

Bize sergilerden ne anladığımızı ve nasıl anlamaya çalıştığımızı soruyor.Bizde onun neler anladığını, ne gibi beklentileri olduğunu ve anlayamadığı şeyler oluyor mu diye soruyoruz: “Ben çok beklentiyle gidiyorum sergilere, çok heyecanlanmak istiyorum.Sanatın çok fazla bir şeyler anlatmak zorunda olmadığını düşünüyorum önemli olan izleyicinin o işten ne anladığı ve ne hissettiği bence.” diyor.

İleri de neler yapmak istiyorsun diye soruyoruz: “Vurucu şeyler yapmak gerekiyor diye düşünüyorum.Aslında daha etkili çalışmalarımda var ama sergilemiyorum.Birilerinin birden yükselmesinden hoşlanmıyorum.Kendimi geri çekiyorum, ağırdan alıyorum.” diyor.

Sonlara doğru röportajın bitişine doğru: Fotoğraf çekimlerini İngiltere’de Hortlepool denilen ufak bir kasabada kullanılmayan bir magnezyum fabrikasında ve birkaç tanesini de İstanbul’da yaptığını öğreniyoruz.Kuzeyde İsveç ya da Norveç’de çekim yapmak istediğini, hatta burada bir okulda tekrar yüksek lisans yapmak istediğini; Edward Hopper, Gerhard Richter ve daha çok etkilendiği isimler olduğunu; şu anda sanatçı olmadığını.Sanatçı olmanın çok farklı, çok kült bir şey yaparak olunacağını; kendini hiçbir yere ait hissetmediğini, hep öteki olduğunu ve güvende olduğunu düşünmediğini öğreniyoruz.(Böyle hissediyor olması bana biraz deprsif bir yönü olduğunu hissettirdi.)

Böylece bu keyifli röportajı bitiriyoruz…
                 ELİF ÇELEBİ TAKTAK

1979 Kanada doğumlu olan Elif Çelebi Taktak, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünde Gravür dersi veriyor. Kendisine ait atölyesi de bulunan Elif Çelebi Taktak öğrencilik yıllarında resimlerini tuval üzerine malzeme kullanarak yapmış. Kendisinin baskı dersleri verirken aynı zamanda baskı yapmaktan hoşlanmadığını ve yağlıboya yapmayı da düşünmediğini söyledi.

Kendisinin herhangi bir teknik ve malzemeye bağlı olmadığını ve tamamıyla montajsız videolar yaptığını öğreniyoruz.

“Video enstalasyon yapan diğer sanatçılar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruyoruz: “Her sanatçının derdi gündeme göre değişiyor.Enstalasyonda da kendisinin getirdiği bir kavram ve anlama göre değişiyor tabi ve konuya göre oturtmak zaman zaman zor geliyor.” diyor.

Elif Çelebi Taktak, yapay kürk ve deri üzerine yaptığı bir çalışmasıyla yarışmaya katıldığını ve tek katıldığı yarışma daha sonra yarışmaya katılmayı hiç düşünmemiş.

“Arzu Zahir” isimli video çalışması hakkında kendisinden şu bilgileri edindik: İki Balkan Savaşı sırasında çekilmiş bir video. Tamamen gözleme ve incelemeye dayalı bir çalışma oluşturmak için uğraşmış.Gözlemlerinde arıların sarı renkli şeyleri daha dikkat çekici bulduklarını görmüş ve bir bardağın içine portakal suyu koyuyor.Cam bardak olduğu için ışığın oluşturduğu kırılmadan yansıyan bir katmanlı görüntü oluşuyor.Bu arıların dikkatini çekiyor, yine portakal suyunun da rengi dikkat çekici olması onları harekete geçiriyor.Arzu isteğiyle gelip, bir anda birbirlerinin üstüne çıkışları, çabaları, kanat çırpışları ve bu çaba sırasında ölen arıların görüntülerinin oluşturduğu bir video olmuş. “Arzu Zahir” videosu Elif Çelebi Taktak’ın da en sevdiği işlerinden biri olduğunu öğreniyoruz.

“Üniversitelerde verilen akademik eğitimi nasıl buluyorsunuz?” diye soruyoruz, bize şunları söylüyor: “Akademik eğitimin ve eğitimin bir sanatçı olmak için yeterli bir eğitim olduğunu düşünmüyorum. Eğitim sadece belli başlı kuralların öğretildiği bir şey. Sanatçı olmak için yeterli değil. Tabi ki her üniversitenin vizyonu farklı ama her şey öğrencide bitiyor.Gelişim içinde olmak, sürekli takipte olmak gerekiyor.Heyecan olmalı mutlaka, heyecan gerekiyor.” diyerek Elif Çelebi Taktak’la gerçekleştirdiğimiz bu keyifli röportajı bitiriyoruz. 

6 Haziran 2011 Pazartesi

                       
                  DEVABİL KARA

1962 Erzurum Şenkay doğumlu olan Devabil Kara, amatör olarak sanatla ilgilenen bir aileden geliyor.Sanatla ilgili düşünceleri Marmara Üniversitesinde okurken daha çok şekillendiğini ve vazgeçmemeye karar verdiğini söyledi.

Görsel değil de zihinsel düşüncenin daha fazla önemli olduğunun üstüne düşmüş.Buna istinaden “Ressam olmasaydım yönetmen olurdum ve fantastik filmler çekmek isterdim.” diyor.

“İzler ve Gölgeler” adlı sergisinde zihinsel gücün etkisini yansıttığını söyledi.Birinin nesneye bağlı (Bu ‘iz’), diğerinin de izleyiciyi düş dünyasına iten (Sandalyeleri bu şekilde yorumlamış.) ve varla yok arası oluşturulmuş bir kavram olarak ele aldığını söyledi.Aynı  konseptte 3 sergi daha yapmış.

Devabil Kara’yı en çok etkileyen şeyin ‘doku’ olduğunu ve doku sayesinde ‘‘Dördüncü Katman’’ a sürüklendiğini öğreniyoruz.Toprağın altında oluşan arkeolojik kazılarda görülen izleri ve bu izleri kullanıp oluşturduğu dokuları çoğu işinde kullandığını söyledi.Arkeolojinin kendi yaşantısında çok önemli bir yeri oluğunun altını çizdi.Dokuyu zaman içinde üzerinde çok durduğu için artık bu olguyu tüketip yeni şeyler arayışına girmiş.

Devabil Kara 2009 yılında   “Dilin Söyleyemedikleri” adlı üç ayrı yerde açtığı sergisinde ( Antik Külliye, Pg Art Galeri ve “Yolculuk, İz ve Bellek” adıyla Kemerburgaz’da.), mekânla ilişkilendirdiği resimlerinin olduğunu söyledi. “Dilin Söyleyemedikleri” adından da anlaşıldığı gibi zaman zaman duvardaki çatlakları resimlerinin içine taşıdığı, zaman zaman duvarların üstündeki akıntıların yine resimlerinde devam ettirdiği tamamen mekânla bütünlük sağlayarak gerçekleştirdiği bir sergi olduğunu söyledi. Devabil Kara, Ekim ayında“Dilin Söyleyemedikleri” ile tekrar sergi yapmaya hazırlanıyor.

Sanatın kendini keşfetmesi sosyal olaylar, alanlar ve oluşumları etkilemiş, bazı sanat akımları bundan etkilenip, gelişmiştir diyor.Güncel sanatla ilgili düşüncelerini merak ediyoruz ve bize şunları söylüyor: “Bugüne göre geçmişte yaşanan tarih,siyaset,sosyal olaylar ve etkiler artık azaldı ve sanatçı kendisiyle baş başa kalmış durumda.Günlük hayatta gördüğümüz ve yaşanılan şeyler tekrar izleyiciye sunuluyor.Fikir katılmıyor, üzerine ekleme yapılmıyor bu şekilde çok boş kalıyor.Ben bunu eleştiriyorum.Sanat o değil.Alıp koymak değil.Düşünce eklenmeli üzerine anlam yüklenmeli…”

Devabil Kara halen Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünde öğretim üyesidir.

(05.04.2011 tarihinde gerçekleştirdiğimiz ve kendisini yakından tanıma fırsatı bulduğumuz bu röportaj için kendisine tekrar teşekkür ederim...) 

                EZGİ BAKÇAY ÇOLAK

1980 İstanbul doğumlu olan Ezgi Bakçay Çolak Fransız Lisesinde okuduktan sonra, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema-Televizyon bölümünü okumuştur.Yüksek lisansını Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünde tamamlamıştır.Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktorasına devam etmektedir.Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “Sanat Kuramları” ve “Sanat Yapıtını Çözümleme Yöntemleri” derslerini vermektedir.Art-ist Güncel Sanat Dergisi editör grubu içinde yer almış bunun yanında birçok yerde yazılar yazmıştır.

Ezgi Bakçay Çolak kent,kamusal alan,sanat ve siyaset dörtlemesiyle ilgilenen; yerine göre sert, yerine göre samimi ve içten bir eleştirmen.

2008 yılında Mimarlar Odası İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen 2. Uluslar arası Mimarlık ve Kent Filmleri Festival’in de “GÖÇ” adlı belgesel filmiyle “En İyi Ulusal Belgesel Film Ödülü” nü kazanmıştır.“GÖÇ” belgesel filminin içeriği hakkında şunları söyledi: “Kolektif bir çalışmadır GÖÇ. “Toplumun şehircilik hareketi” adlı küçük bir örgütlenme kurduk yakın arkadaş grubumuzla, 5 yıl oldu kurulalı. Çok kısa bir süre içerisinde zannediyorum ki siyasetindeki değişikliği ön görerek ilerleyip,farklı mesleklerden ve farklı düşüncelerden bir araya gelen kişiler olarak parti siyasetinden uzak “Kentte somutta ne yapabiliriz?” derdiyle oluşturduk.Toplumsal hareketler,kentle mücadele ve kentte yaşanan sorunlarla alakalı başladık.İlk etapta dilenciler vardı gündemimizde, sonra giderek genişledi.GÖÇ filmi de bu sürecin bir ürünü oldu.






Çünkü Başıbüyük Mahallesinde çalışma yaparken orda yaşadığımız şeyleri kaydetme üzerinden başladı film çekme süreci.Asla film yapalım film olsun düşüncesi taşımadık.Bir mahallenin derdini diğer bir mahalleye nasıl anlatırız düşüncesiyle onların seslerini duyurduk.Bu filmin bir tane daha güzel bir hikâyesi var o da şu; Ödülü aldıktan sonra yanında bir miktarda para ödülü vardı.Bu parayı da Başıbüyük Mahallesi adına Ayazma Mahallesinde ki kentsel dönüşüm mağdurları adına armağan olarak çadır kurmak için harcadık.Bu 2 mahalle arasındaki dayanışmaya dönüştü ve onların birbirlerine daha başka bir gözle bakmalarını,tanımalarını sağladık.(Filmi izlemek için: www.toplumunsehircilikhareketi.org sitesinden belgesel linkini tıklayarak izleyebilirsiniz.)Bu ödülü kazanmamda ki etken ise Mimarlar Odasının bu film neden çekilmiş, niye çekilmiş sorunu daha çok benimsemesinden kaynaklı. Herhangi bir estetik kaygıdan uzak olan bu film neye hizmet edecek,sorusuyla beraber güncel ve politik olaylara da hassasiyet gösteriyor olması onlar içinde amacına ulaştığını hissettirdi.”

Ayrıca 2005 yılında “Yaratıcı Aklın Keşifleri:İlhan KOMAN” makalesiyle “Yılın En Genç Sanat Eleştirmeni” ödülünü almıştır.

“Bir eleştirmen gözüyle insanların sanata yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?” diye sorduğumuzda şunları söyledi: “Sanat en temelinde olduğu gibi bir orta sınıf uğraşı. Bir ülkede burjuvazi olduğu sürece sanat oluyor bunu biliyoruz. Zaten kapitalizm olgunlaştıktan sonra sanatçı oluştu, sanat oluştu. Kendini burjuvazinin karşısına koyan “benim sanatıma paha biçilemez, satılamaz” diye orta sınıftan oluşan bu kişi, kendini sanatçı olarak kabul ettiriyor.Amacı eserlerini satmak, çünkü satmak zorunda. Ekonomik alandan destek alarak ancak ayakta durabiliyor. Ekonomik alanın dengesini koruyabilmesi için sanata ihtiyacı var. Aynı zamanda alıp verdiği ekonominin dışında da bir kültür dengesi var, başarıları ve aynı zamanda bilgiyi de biriktiriyor.”

Ezgi Bakçay Çolak, bizi kırmayıp kabul ettiği ve kendisini daha yakından tanıma fırsatı yakaladığımız bu keyifli röportaj için teşekkür ediyorum…


“Edepsiz Heykeller!(26 Haziran 2009)”
İsimli Üsküdar’daki heykeller için yazdığı yazıdan bir kısım:
“…Birileri köşe başlarına bir takım dev nesneler yerleştiriyor. Bu nesneler yolumuzu kesiyor, ayağımıza takılıyor, küstahça karşımıza dikiliyorlar. Dev inekler, laleler ve ayakkabılar gibi bir gün onlardan da kurtulacağınızı ummayın. Bunlar kalıcı… Üsküdarlıların haberi yok ama Üsküdar Belediyesi açık alanlara tam 26 heykel yerleştirmeye karar vermiş. Projeye “Üsküdar Belediyesi Çağdaş Heykel Koleksiyonu” adı verilmiş. İşin tuhaf yanı, bu 26 heykelin tamamı için tek bir kişiyle anlaşılmış… Açık alana yerleştirilecek bir yapıtın malzemesi, formu, hacmi, yerleştirilme biçimi mekânın fiziksel özelliklerine göre belirlenmelidir… Belli ki Üsküdar’daki heykelleri yapan tasarımcının bu tür kaygıları olmamış… Biz İstanbul’da yaşayanlar sokağımıza, kapımızın önüne, evimizin içine yapılan müdahaleleri “edep dışı” buluyoruz.

5 Haziran 2011 Pazar

                         
              
                         TANER CEYLAN


1967 doğumlu olan Taner Ceylan’ın resim serüveni aile içinde başlıyor.Annesinin çok iyi resim yaptığını söyledi.İlkokulda da çok güzel resimler yapmış, hatta yaptığı resimlerden sattığı da olmuş o zamanlarda.O zaman yaptığı resimlerinin de gerçekçi tavırla yaptığı resimler olduğunu söyledi.Üniversite de yine aynı tavırla devam etmiş resimlerine,”Fakat ‘figürcüler’ ve ‘soyutçular’ diye bir bölünme vardı arası yoktu.Ben soyutçular içinde tek figüratif çalışandım.” Soyuta en yakın sayılabilecek resimlerinin pop-art a benzeyen resimler olduğunu söyledi. Özdemir Altan atölyesinde güncelle devam eden resimlerine figürü de katıp kendi tarzını ortaya koyuyor.

Taner Ceylan, figür resmi yapmanın zor olduğunu, kalpten gelip yapılmadığında sahte ve samimiyetsiz olduğunu düşünüyor. Resimlerini yaparken güzellikten yola çıkan, saf güzelliğin, herkese güzel gelebilecek şeylerin peşine düşmüş. Duygudan yola çıkarak resimlerini yapan Taner Ceylan film afişleri, billboardlar ve dergilerden de zaman zaman esinlenmiş.
Üniversitede başlayan kendi tarzı ve resimlerini yaparken hocalarının tepkisiyle karşı karşıya kalmış. Bu durum üniversite bittikten sonrada devam etmiş. Galerilere resimlerini götürdüğü zaman kendisine ‘Kız kardeşin yok mu onun resimlerini yap ve figürleri biraz kumaşla kapat, 3 ay sonra tekrar gel.’ şeklindeki geri çevrilmelere maruz kalmış.

1991 yılında ilk kişisel sergisini açmış, ‘‘Yavaş yavaş ilerlemeyi düşündüm öyle yaptım’’ diyor. 2002’de Galerist’de açtığı sergisinin çok etkili bir sergi olduğunu söyledi, “İlk kez yapılan bir şey oldu direk çıplaklık vardı.Erkek ve erkek çıplağı üzerineydi.” dedi.Boksör ‘Spritual’ (Sotheby’s de bu çalışmasıyla dünyaca tanındı ve 120 sterline satıldı.) ve puro içen çocuk ‘1881’ isimli resimlerinin büyük bir etki yarattığını söyledi.Sanatın kalpte olduğuna ve insanları asıl vuran şeyin gerçeklikteki duygusallık olduğunu söyledi.

Taner Ceylan yaptığı resimler yüzünden bugüne kadar çok fazla eleştiriye ve ön yargıya maruz kalmış bir ressamdır.Yeditepe Üniversitesinde öğretim üyesiyken yaptığı ‘‘Taner Taner’’ isimli resmi yüzünden istifa ettirilmiştir.İstifaya zorlanması ve o dönem yaşadıklarını şöyle anlattı: “Kahretsin yine mi dedim kendi kendime.Bana istifa etmemi söylediklerinde kendilerine şimdi bunu istemeyin benden dedim, çünkü artık çok popüler olmuştum okul bunu bilmiyordu ama bütün sanat camiası ve basın benim bir şeyler yapmamı dört gözle bekliyorlardı.Bu onlar için çok kötü oldu ama uyarmıştım onları.Ben istifa ettikten sonra okula her gün binlerce tepki mektupları gönderildi, sanat camiasının çok desteğini gördüm.Özellikle Nancy Atakan,Gülçin Aksoy ve Neriman Polat’ın çok destekleri oldu. Durum böyle olunca tabi onlarında yakasını kötülükler bırakmadı.İçlerinden biri kansere yakalanıp öldü, biri kalp krizi geçirdi, diğeride yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.Keşke yaşanmamış olsaydı.”

Türkiye’de ki eleştirmenler hakkında ne düşünüyorsunuz diyoruz: “Türkiye’de ki eleştirmenlere eleştirmen demek zor çünkü eleştirmen yok.2 tür yazı çıkıyor bence. Birincisi: iyi yazılar. Bunlar ailesine veya eşe, dosta yazar gibi yazılan yazılar. İkincisi de: nefret dolu yazılar. Nefret ettikleri kişilere yazdıkları yazılar. Onun için gerçekten sanatı eleştirerek yazan kimse yok.”
En çok canınızı yakan eleştiri neydi diye sorduğumuzda şunları söyledi: “İşlerimi eleştirmeyip duygusal yani kişisel yapılan eleştiriler beni yaraladı. İşimi beğenmeseler kötüleseler canım yanmaz fakat benliğime yazılan şeyler çok can sıkıcı.”

Asistanı Ümit Özdoğan’la çalışma süreci ve asistanı olarak seçilmesi üzerine konuşurken, Ümit Özdoğan hakkında şu bilgileri edindik: Balıkesir Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi/Resim Bölümü okuduktan sonra yüksek lisans için Marmara Üniversitesine başvuruyor ve “Marmara olursa olur, olmazsa olmaz” diye düşünüyormuş. İstanbul Moderne, Galerist ve Taner Ceylan’a asistanlık başvurularında bulunmuş. Taner Ceylan’dan Galerist aracılığıyla kendisine bir mail geldikten sonra mülakat sınavı aşaması yaşamış kendini tanıtmak için. İlk olarak Galerist direktörüyle daha sonra da Taner Ceylan’la görüşmüş. İlk olarak haftanın 3 günü çalışmak içim anlaşmışlar ve şuanda 8 aydır 24 saat yoğun bir şekilde çalıştıklarını söyledi. Taner Ceylan’a: “Diğer ressamların resimlerini asistanlarına yaptırıyor olmasına karşılık siz ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğumuzda:”Ümit sadece ben atölyede resim yapmaya başlamadan önce gerekli olan ortamı bana hazırlıyor, benim işimi kolaylaştırıyor. Fırçaların hazırlanması, boyaların çıkarılması..vs gibi ama resimlerim benim elimden çıkıyor, hepsi bana ait.”

“Genç sanatçılara ve şu anda eğitim alanlara tavsiyeleriniz neler olur?” diyoruz:”Tekniğin A’dan Z’ye her şeyini bilmek lazım bu çok önemli. Klasik sanatla bağınızı sakın koparmayın, resimlerinizi ancak klasik sanat güçlendirir. Aynı zamanda gündemde neler olup bitiyor bunları da takip edin çıkışınızı öyle yapın.Güncel sanatta bu zamana kadar neler yapılmış mutlaka öğrenin.Chuck Close,Gerhard  Righter,Jenny Savilla,John Curvin,Elizabeth Payton,Non Goldin,Terry Richardson,Wolfgang Tilmann bu isimleri mutlaka bilin güncel sanatçıları takip edin.

“Eylül’de ki sergi hazırlığınız hakkında neler söylersiniz?”
Tamamen Osmanlı’yı ele aldığım bir sergi olacak. “Kayıp Resimler” adı altında bütün resimlerimi orda toplayacağım ve 4 tane yeni resim yer alacak. Şu anda çok yoğunum, geceleri de çalışıyorum. En son sergim 2005’tey di, 7 yıl aradan sonra şimdi 2011’e hazırlanıyorum yine uzun bir ara vereceğim.”

Kitap Lansmanı: Taner Ceylan’ın 1997-2009 yılları arasında ürettiği bütün eserlerini içeren ilk kitabi Grafiche Damiani ve Galerist tarafından İngilizce ve Türkçe olarak yayınlandı.184 sayfa olan kitabın fiyatı 120 TL.

1 Haziran 2011 Çarşamba













İMÇ’NİN TARİHİ VE 5533’ÜN BİR SANAT KURUMU  OLARAK SAHİP OLDUĞU VİZYON

İmç (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı): 1950 - 55 yılları arasında tekstil dükkanları Haydarpaşa Garı’nın etrafındaydı. Bunun sebebi Anadolu’ya ithalat ve ihracatın tren yolu ulaşımıyla daha kolay olmasıydı. Aynı yıllarda şimdiki imç binasının yerinde ahşap binalar bulunuyordu, burada büyük bir yangın çıkıyor ve binalar kullanılmaz hale geliyor. O dönemde Menderes hükümeti bu boş arsayı değerlendirmek için bir fikir sunuyor ve yarışma yapılıyor. Yarışmada Doğan Tekeli’nin 7 blok olarak tasarladığı proje uygun bulunuyor. Fakat 7 blok olarak tasarladığı binalar bulvarda yer kalmadığı için 6 bloğa düşürülüyor, sadece eskiden beri orada bulunan cami korunuyor. İmç binası mimarisi bakımından çok önemli; Türkiye’de ilk defa bu kadar modern binalar tasarlanmıştır. Binaların açıları farklı konumlandırılmış, modern girişleri, katları, merdivenleri, avluları çok iyi tasarlanmıştır. Osmanlı, Batı ve İslam Mimarisini içinde taşımaktadır. Dükkan büyüklükleri, biri diğerinden ne küçük ne de büyüktür aynı metrekarede hesaplanmıştır.12 yıl önce bütün imç duvarları cami yeşiline boyanmış ve Doğan Tekeli; binaların sanat eseri niteliğini taşıdığını nasıl bir resim ya da heykelin onu yapan sanatçı dışında bir başkası tarafından boyanamacağı gibi bu binalarında boyanamayacağını ve yarışmalı bir proje tasarımı olduğunu savunan bir mahkeme açıyor ve haklı bulunup tekrar eski rengine kavuşuyor imç. Birkaç yıl önce Belediye imç bloklarının olduğu yere Osmanlı Konutları yapmak düşüncesiyle yıkım kararı istemiş.İmç yönetimi bu mahkemede bir önceki mahkeme savunmasını yaparak “sanat esri boyanamazsa yıkım kararı da istenemez” demişler ve mahkemeyi imç yönetimi kazanmış, yıkım durdurulmuştur.



5533; Atakan aile şirketine ait daha öncesinde dikiş makineleri satışı yapılan bir mekan. İmç 5. blokta bulunan 5533 2008’de 10. Bienalle birlikte açılmıştır. Kurucuları Nancy Atakan ve Volkan Aslan bu kararı aldıklarında bir küratöre ihtiyaç duymuşlar Marcus Graf’la 5533’ ü devam ettirmişler.Şuan da Marcus Graf’ la yolları ayrılmış olan 5533 Nazlı Gürlek’le beraber yola devam etmekte.
5533 hem İstanbul’un sanat dünyasıyla hem de içinde bulunduğu imç esnafıyla iletişim içinde bulunmayı amaçlamaktadır. 5533’ e dahil olan katılımcılar düşüncelerini ve bilgilerini serbestçe paylaşa bildikleri sohbet, çalışma atölyelerine ve yuvarlak masa tartışmalarına ev sahipliği yapmaktadır.Bu tutumla beraber daha sonra 'Masa' taşınabilir sanat projesi de 5533’ e dahil olmuştur.

5533;herhangi bir şekilde kar amacı gütmeyen, kendi kendini etkileyen ve tamamen gönüllükle işleyen bir sanat alanıdır.Bu sanat kurumunda çalışmayı düşünenler bu durumun farkında olup ücret almadan ve herhangi bir sözleşme imzalamadan, kurumdaki faaliyetlerini sürdürüyorlar. Herkese açık olan ve bağımsız sanat kolektiflerini de destekleyen 5533 bu tavrını özenle koruyor.Tek bir sıkıntı yaşadıkları konu var o da şu:kütüphane ve arşivle ilgilenen kişilerinde sözleşmeli çalışan olmadıkları ve gönüllü çalışanlar oldukları için her an 5533’le yollarının ayrılması söz konusu.Giden kişinin yerine gelen kişi de bu düzenlemeye devam ederken kendi çalışma metodunu uyguladığı için sürekli el değiştiriyor.Zaman zaman çalışmalar yarım kalıyor ve aksıyor.



   5533’TE GERÇEKLEŞTİRİLEN ÇALIŞMALAR

Vitrin 5533 - 8 Yüz: 5533’ün ev sahipliği yaptığı 2008 tarihli, ilk projelerden biri olan, İrfan Önürmen’in "8 yüz" adlı çalışması. Açılan "8 yüz" başlıklı bu ilk sergi, 5.Blok çaycısı Nuri Bey’in 50 projenin tamamını incelemesi sonucunda belirlenmiş.    Önürmen, kadın portrelerini ele aldığı "8 Yüz" adındaki bu çalışmasında, Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri olan kadına karşı şiddeti konu edinmiş. Sanatçı, günlük bir gazetede gördüğü sekiz kadın imgesini gelinlik tüllerine boyayarak kadının masumiyetine ve sosyal duruşuna gönderme yapmış. Kadınların toplum içindeki duruşu"nu sorgulayan Önürmen, portrelerin içine gizlediği kadınların katledilme nedeni ile ilgili imgeler ile de erkeklerin kadınlarla hayatı nasıl paylaştığı sorusuna gönderme yapmıştır.

Crtl_alt_del: Türkiye'deki ilk sound art festivali olma özelliğini taşıyan ve 2003 yılında gerçekleştirilen ctrl_alt_del, şehir'de açılış gecesi performanslarıyla başlayan proje, Boğaziçi ve Haliç'te, İstanbul Teknik Üniversitesi MİAM stüdyoları, laboratuarları, kütüphanesi ve konser salonunda yer alan etkinliklerle sürmüş. ctrl_alt_del'in "şehir", "gürültü" ve "açık köken" konularını ele aldığı projeye 12 ülkeden 57 kişi katılmış.

İMÇ Mimari 5533: Basında İMÇ'nin yıkılabileceğine dair çıkan haberler üzerine, Volkan Aslan ve Nancy Atakan, İMÇ'nin tarihi kültürü üzerinden, yıkılma ihtimalini, İMÇ'nin mimarlarından Doğan Tekeli ile yapılan röportajda konuşmuşları video ile izleyiciye sunmuş.

“Yer(siz)leşme”: 5533 ayrıca, 2008 yılının Mart ayının ilk haftasında "yer(siz)leşme" temalı bir seminere ev sahipliği yaptı. Mekânda gerçekleştirilen ilk seminer olma niteliği de taşıyan- Mimar Sena Özeren tarafından gerçekleştirilen, seminer aracılığıyla İMÇ'nin tarihçesi, mimarisi, simgesel anlamı, işlevi ve kent yaşamındaki yeri tartışıldı.

Altın Günü: 3 - 7 Mart arası Tuğçe Oklay, Evrim Vurdu ve Ayşegül Akyüz'ün hazırladığı "Altın Günü" adlı etkinliğe de ev sahipliği yaptı. Etkinlikle video ve slayt gösterimlerinin yanı sıra bir dizi sunumlar ve söyleşilerle tamamlandı.

ALİ KAZMA “Zihin, göz ve el becerisiyle yaratılan sofistike üretim’’: ABD’de ve Londra’da eğitim aldıktan sonra İstanbul’da film yapım şirketini kuran, 1971 doğumlu Ali Kazma videolarında çağdaş insanın üretim ve aktivitelerini tutkulu bir şekilde ve derinlemesine araştırır. Toplumsal ve ekonomik konuları dolaylı bir şekilde ele alır. Filmlerinde yakın çekimler, parçalanmış sahneler, ani geçişler ve sofistike beceriler görülür. İleri teknolojinin imkânları ve el becerisi Ali Kazma filmlerinde yan yanadır. İtici, iğrenç ve korkunç sahneleri güzelleştirdiği gibi basit olanın da çok karmaşık olduğunu gösterir.

Workshop for Art-Mediation/ Art-Education: Güncel kavramlar ve yeni oluşumların tartışıldığı bir platform olan Kunstgymnastik (KG), 2006 Yılında Hildesheim Üniversitesi Kültür Bilimi ve Sanat Bölümü’nden sekiz öğrenci tarafından kuruldu. KG’ in temel düşüncelerinden biri çağdaş sanatın ancak tartışılarak anlaşılacağıdır. KG Grubunun gerçekleştireceği bir günlük atölye çalışmasının amacı çağdaş sanat yapıtlarını değerlendirmek ve anlamak için yeni yöntemler oluşturup denetlemek. 17 Nisan 2008’de KG yeni katılımcılar ve kendi üyelerinden üç kişi ile bir gün içerisinde İstanbul’da belirlenecek bir sergi ya da müzeyi ziyaret ederek izlenimleri ve fikirleri not ettiler. Sonrasında 5533’de buluşarak çay ve tost eşliğinde bu izlenimleri ve soruları tartışmaya açtılar.

Üretebilmek Üzerine: “Üretebilmek Üzerine” İstanbul’u çıkış noktası olarak alan ve süreç içinde farklı mekânlarda, yeni sanatçıların ve üretimlerinin sunumlarıyla gelişen uluslararası bir grup sergisidir. Proje; ürün, üretim ve bu faktörlerin toplumdaki yeri üzerine bir inceleme yapma arzusundan kaynaklanmıştır. Üretim kaynaklarına ulaşmak açısından İstanbul en zengin şehirlerden biri olması İstanbul’un tercih edilmesine sebep oldu. Varoşlardaki tekstil, konfeksiyon atölyelerinden, Tahtakale'deki, Mahmutpaşa'da ki bin bir çeşit eski handa, dar sokaklarda konuşlanan küçük dükkanlara; Galata'da ki neon üreticilerinden Karaköy'de onlarca çeşit elektronik malzeme satıcısına kadar İstanbul geniş bir skala sunuyor.

Manifatura: Sanat, tasarım, zanaat bağlantıları üzerine deneysel bir çalışma olan Manifatura, 2007 yazında İstanbul Bilgi Üniversitesi kültür yönetimi, sanat yönetimi, sahne ve gösteri sanatları yönetimi ve tasarım kültürü ve yönetimi sertifika programı öğrencileri tarafından sanat, tasarım ve zanaatın bilinen sınırlarını aşmak ve yeni üretim stratejileri keşfetmek üzerine gerçekleştirilen deneysel bir atölye çalışmasıydı.

Belirli Günler ve Haftalar: Belirli Günler ve Haftalar adı altında toplanan bir dizi projenin gösterimi İstanbul’un çeşitli semtlerinde bulunan bağımsız sanat mekânları, kolektifler, sanatçı insiyatiflerini ve oluşumlara açık çağrıda bulunmak için hazırlanan bu projenin amacı; iletişimin, paylaşımın ve pratiklerin geliştirilmesi. Mekân kurgusunda bir İstanbul panoraması gerçekleştiriliyor ve bütün bu oluşumları yakından tanıma fırsatı verilmiş. Görsel sunum, dokümanter çalışmalar ve diğer mekânların komşuları ile yapılmış söyleşinin video sunumundan oluşturulan bir projeydi.Bu projeye katılanlar: Altı Aylık, Apartman Projesi, Artık, Atıl Kunts, Bos, Carvansarai, Daralan, Hafriyat, Galataperform, Kop-art, Masa, Nomad, Pist, Oda projesi ve Videoist.

ATIL KUNTS ”Çift Dikiş Gündem”: Gündemi gündemle
teyellemeye, gündemin üzerinden makine dikişiyle geçmeye, teğet geçmeden gündeme çomak sokmaya değinmiştir.

İSTANBUL OFF - SPACES: Kunstraum Kreuzberg \ Bethanien’de gerçekleştirilmiş olan sergi ve etkinlikler projesi İstanbul Off-Spaces ile İstanbul’da sayıları giderek artan ve önem kazanmaya başlayan, ticari olmayan bağımsız proje ve sanat mekânlarına dikkat çekilmiştir. Etkinliğin amacı İstanbul’daki projeler ve çalışanlarıyla diyaloga girip Berlin’de kendilerini ifade edebilecekleri bir platform sunmaktadır. Sergide bulunan sanatsal çalışmalar ve dokümantasyonların yanı sıra, söyleşi ve konferanslarla İstanbul’daki kültür politikalarının aktörlerinin mercek altına alınması amaçlanmıştır.

Tutunmak: Nancy Atakan bu sergiyle ilgili olarak şunları söylemiştir; ”Beyoğlu’nun Tünel \ Galata bölgelerindeki soyutlaştırma çalışmalarının, tutunmak kavramını da çağrıştırdığını düşünerek, bir metafor olarak, Kanada’da yaptığım kişisel dijital resimlerimi kamuya açık bir alanda sergilemeye karar verdim. Dijital baskılarımı pencerelerde sergilemeye ek olarak, seyircileri “Tutunmak\Holding On” kavramı ile ilgili konular hakkında düşünmeye, düşündüklerini yazmaya, bunları kamuya açık alana taşımaya, galerinin duvarlarına yazmaya ve bu sayede bu serginin tamamlanmasına katkıda bulunmaya davet ettim.”

Mülkiyetin Derinliği\Derinliğin Mülkiyeti: 6 yıl Berlin’de yaşayan Ezgi Kılıçarslan’ın, Berlin’de yaptığı mastır eğitiminin ardından gerçekleştirdiği yerleştirme çalışmasıdır. Mülkiyetin Derinliği\Derinliğin Mülkiyeti; cinsiyet, sınırlar ve mülkiyet kavramları üzerinde duruyor. Video, fotoğraf ve enstalasyon gibi farklı disiplinleri bir araya getirmiştir.

Başkalık Belki: İstanbul Misafirleri bünyesinde İstanbul’da bulunan Avusturalya’lı genç sanatçı Stephanie Mold’un Türkiye’de gerçekleşirmiş olduğu 3 çalışmadan oluşturduğu sergisidir. Stephanie Mold çalışma stilinde; sanatsal, sosyal ve biyolojik olayları araştırmak adına kendini çeşitli kültürel içeriklere maruz bırakıp, bu süreç sonucunda ortaya çıkacak olanı tahmin edemeden etkileşime girdiği diğerleriyle diyalog başlatıyor. Kısaca bu sergide; başkalıkla ve başka bir kültürle anlaşma ve kaynaşmanın zorluklarıyla ilgilenildi.

Floating Volumes: Per Schumann ve Malte Zacharias’ın “Garden Studio-Cooking Event” adlı performanslarıydı.

Garaj Satışı: Açıldığı tarihten bu yana 5533: 15 sergi, 10 sunum, 11 gösterim ve 5 konuşmaya ev sahipliği yapmıştır. Bütün bu etkinliklerden geriye bazı parçalar kaldı. Bunlar arasında; vitrin mankenleri, raflar, ışıklar, defterler, sticerslar, dikiş iplikleri …vs gibi çeşitli malzemeler bulunuyor.Bütün bu eşyaları hem mekanın 3. yılını kutlamak, hem de yeni yıl öncesi bir araya gelmek için temsili ücretlerle satışa sunulmuştur.


(Volkan Aslan'la gerçekleştirdiğimiz bu röportaj için kendisine teşekkür ederim.)

İMÇ 5.Blok No:5533 Unkapanı/İstanbul
www.imc5533.blogspot.com
imc5533@gmail.com